1994'te beş dalda oscar adayı olan ve bunlardan birini kazanan 1993 yapımı, martin scorsese filmi.
adaylıklar:
-best supporting actress (winona ryder),
-best adapted screenplay (jay cocks, martin scorsese)
-best original score (elmer bernstein),
-best art direction (dante ferretti and robert j. franco),
-best costume design (gabriella pescucci)->bir tek bu dalda oscar kazanılıyor.
(ayrıca aynı yıl, filmdeki bir başka oyuncu; miriam margolyes, ingiliz oscar'ını -british academy film awards- kazanıyor bu filmdeki rolüyle.)
-------------
efsane yönetmen martin scorsese'nin 1993 yapımı tarihsel drama olarak nitelendirilen filmi, edith wharton isimli new york sosyetesini çok iyi bilen, onların içinden bir yazarın yazdığı 1920 tarihli aynı adlı öyküden -'the age of innocence'-, yine martin scorsese ve jay cocks tarafından senaryolaştırılmış.
filmi izlediğiniz zaman, bütçe olarak elinizde gerçekten büyük ölçüde bir meblağ olduğunda, yeterli bilgi, deneyim, zevk, görgü ve yaratma yeteneği de eklenince neler yapılabileceğini görüyorsunuz.
bu filmi bizim 'cahil ve yoksul' olarak nitelendirilen kesime zorla izlettirdiğimizi düşündüm filmi izlerken ara ara. filmin ilk on dakikasına bile tahammül edip edemeyeceklerini, nasıl bir deneyden geçirildiklerini anlayıp anlayamayacaklarını.
kimseyi yargılamadım. çünkü yargılanması gerekenler hep başka.

film, ağırlıklı olarak 1870'lerin new york'unda geçiyor. bazı new york sahneleri çok ilginç. henüz new york'un new york olmaya hazırlandığı zamanlar. central park civarı bile neredeyse boş. ve dikkatimi çeken şeylerden biri de, filmde tek bir tane bile siyah insana rastlamayışımdı. nothing, nope, none. inanılmazdı. hizmetkarlar bile beyazdı. elbette new york kuzeydi. kuzey'in temsil ettiği her şey. devasa bir zenginlik, incelmiş zevkler, uygarlık, modernite, saygınlık, kibarlık, zerafet, dedikodu, yeme içme. yenilen içilen mekanların kusursuzluğu, düzenlenen çiçekler, mobilyalar, danteller, kadınların giysileri, erkeklerin bağladıkları ipek ya da saten boyun bağlarındaki detay. oo my god! anlatılmaz izlenir, hem de en az birkaç defa.

bu tür filmlerin en önemli özelliği detaylarda kaybolmanızdır. ilk izlediğinizde konuya odaklanırsınız. arkadaki her şey yalnızca dekordur. ama öyle değildir. ikinci kez izlediğinizde oyunculara yoğunlaşırsınız. mimiklerine, ellerine, oturuşlarına ve gülüşlerine. hüzünlerine ve dudak büküşlerine, ayıplayan bakışlarına, göz süzüşlerine, dudaklarının kenarına, titreyen kirpiklerine, dokunuşlarına ve çatal tutuşlarına, baş eğmelerine ve isyan etmelerine.
sonra üçüncü tur biner. bu sefer gözleriniz küçük detayları arar. şapkanın ardından görünen saçlar, yakaya manolya şekli verilerek iliştirilmiş mendil, bir yaka iğnesi, tabaktaki etin yanındaki sebzelerin renk uyumu, bir şemsiyenin kehribar sapına oyulmuş kiraz çiçeği deseni, parmaklardaki yüzükler.......
devam edersiniz; her mekan nasıl tasarlanmış, bir kış bahçesinde ocak ayında açan bir orkidenin yanında ne vardı, bir bahar güneşinde, bir çiçek bahçesinin tam ortasında, beyazlar içinde genç ve güzel bir kadının oturduğu mermer tabure ve kadının kucağındaki kitap, şöminede yanan odunların ışıltısında aleve boyanan saçlar ve alev saçlı kadının üzerine örttüğü yün şalın desenlerinin içindeki tavus kuşu. bunları sonsuza kadar sayabiliriz.
film öylesine bir görsel şölenle ilmik ilmik örülü ki, bunlar bir kişinin tek başına altından kalkabileceği işler değil, bilirsiniz. koca bir endüstri. bu işten ekmek yiyen yüzlerce kişi. bu yüzden bu tür filmlerin en sonunda tek tek çıkan isimler mutlaka okunmalı. bunu hak ediyorlar çünkü. yine de, yine de baştan bütün bunları kesin bir imgeyle kafasında yaratan kişiye saygı duyarsınız. ve filmin tanrısı filmin yönetmenidir. bunu tartışmayız bile.

peki ya oyuncular;
filmde, daniel day-lewis var. michelle pfeiffer var. winona ryder var. winona'ya hep acırım. bu film esnasında daniel'le büyük aşk yaşıyor. bir ara johnny deep'le de beraber. aşklarının hep hüsranla bitmesi mi acaba onu kleptomaniye itti? yoksa, neden, bu kadar güzelken, başarılıyken bir şeyleri çalmaya çalışsın ki? içindeki açlık doyurulamaz düzeydeydi demek ki. ve yakalandı. yakalanmasa bu satırların kahramanı olamayacaktı. dünyanın bir köşesindeki bir yazar, onun bütün o dev yıldızların arasında oscar'a aday da olduğu böyle bir filmi ve onu anlatırken neden böyle bir detayı yazar ki yazısında? gerçekten çok yazık. filmin bütün kıvılcımı o. onun o güzeller güzeli masum yüzü. bir çocuk saflığıyla bakmasını bilen kocaman kahverengi gözleri.

film dışarıdan bir gözün, bizzat yazarı seslendiren joanne woodward'ın anlatısıyla ilerliyor. o joanne woodward ki, kendisi paul newman'ın ölünceye kadar sevgili eşi. bu filmde yaşlı bir ses. biz onun betimlemeleriyle filmi anlamlandırıyoruz.

filmin konusundan çok genel söz etmek istiyorum. çünkü spoiler'ın o sıkıştırılmışlığını sevmiyorum. tabii, bir de bu filmi ölmeden önce izlemeniz gereken yüz film listesine almanızı diliyorum. çünkü ben nice anlatsam anlatamayacağım ve filmi izleyip gözlerinizin kamaşmasını istiyorum, detaylarda boğulmanızı ve yeniden izleme isteği duymanızı.
aslında öyle çok konuşmak istiyorum ki bütün bunlar hakkında. bunları izlememizin, bunları bilmemizin bize ne yararı olacaktan tutun da, 'a' kategorisi insanlarının sonsuz bir lüks içinde, bitmek tükenmek bilmeyen romantik zırvalamalarına hayranlık duyan burjuvazi (aslında burada aristokrasi) özentisi bir takım zavallılara........ kadar hep anlatmak, anlatmak istiyorum. anlatacaklarım tam bitmediği, bitiremediğim için de bütün yazılarım eksik ve yarım kalmış hissediyorum. keşke kalemim aklımın hızına erişebilse. o zaman bu yazı da tek parçada okunur olmaktan çıkardı zaten.
gerçekten filmin, üzerinde konuşulacak çok fazla argümanı var. daha yazardan ve 1920'li yıllarda, o zamanın kaymak tabakası içindeki kadın ve erkeklerin ahlak ve gelenekler içindeki sıkışmışlığını bize nasıl anlattığından söz edemedik. ve hatta filmin konusundan bile.

bütün bunlara kolayca erişebilirsiniz. her şey yalnızca bir tık uzağınızda. bu nedenle ben yalnızca azıcık merak uyandırabildiysem izlemeyenlerde ya da bir kez daha izleme isteği uyandırabildiysem daha önce izleyenlerde, bu yazıyı yazma amacımı gerçekleştirmiş sayılacağım. saat on ikiyi geçti. umudum okunmasında. hepinize iyi bir gece ve huzurlu bir hafta sonu dileğiyle the end.